• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • https://www.facebook.com/medyaparis
  • https://twitter.com/medyaparis
CAFER İBN-İ EBÎ TALİB 'ASHABIM GÖKTEKİ YILDIZLAR GİBİDİR,(H.Ş.) Her hafta bir sahabinin hayatını konu alıyoruz.

«Cafer'i Cennet'te gördüm. Onun kana boyanmış kanatlari vardı».[1]

Abdu menâf oğullan içinde Rasûlüllah'a (s.a.v.) benzeyen beş kişi vardı. İyi göremeyenler çoğunlukla Rasûlüllah'la bunları karıştırırlardı.

Peygamberine benzeyen bu beş kişiyi öğrenmek istersiniz her­halde.

Geliniz, bunların kim olduğunu öğrenelim.

Bunlar : Rasûlüllah'm amca oğlu ve süt kardeşi Ebû Sufyan İbnu'l-Harîs İbn-i Abdilmuttalib.

Rasûlüllah'm (s.a.v.) amca oğlu Kuşem İbnu'l-Abbas İbn-i Abdil-muttalib.

İmam Şafiî'nin dedesi Es-Saib İbn-i Ubeyd İbn-i Abdi Yezîd İbn-i Haşim.

Rasûlüllah'm (s.a.v.) torunu Hasan İbni Ali.. Hasan bu beş kişinin Peygamber'e en çok benzeyeniydi.

Mü'minlerİn emiri Ali İbn Ebi Talib'in kardeşi Cafer İbn Ebi Talib. Şimdi de gel, sana Cafer'in hayatından bazı tablolar anlatayım.

Ebu Talib Kureyş içindeki yüksek şeref ve mevkisine rağmen fakir ve ailesi kalabalık bir zat idi.

Kureyş'in geçirdiği kıtlık yılı sebebiyle onun durumu daha da kö­tüleşmişti. Kıtlık hayvanları kırıp geçirmiş, insanları çürümüş kemikle­ri yemeye mecbur etmişti.

O sırada Haşim oğullan arasında Muhammed İbn Abdillah ve am­cası Abbas'tan daha zengini yoktu.

Muhammed, Abbas'a :

«— Amca! Kardeşin Ebu Talib'in ailesi kalabalık. Halkın başına şu şiddetli kıtlık ve açlık belâsı geldi. Gidelim de onun çocuklarından ikisini alıp bakalım» dedi. Abbas :

«— Sen beni hayırlı bir işe davet ve iyilik yapmaya teşvik ettin».

diye cevap verdi.

Ebu Talib'e varıp şöyle dediler :

«— Biz, halkın başına gelen bu belâ ortadan kalkıncaya kadar,, se­nin ailenin yükünü biraz hafifletmek istiyoruz». O da :

«—Akîl'rbana bırakın da ne yaparsanız yapın...» dedi.

Muhammed, Alî'yi aldı. Abbas da Cafer'i alıp çocukları arasına kattı.

Allah, dînini gönderinceye kadar .Ali devamlı Muhammed'in ya­nında kaldı ve çocuklardan ilk iman eden oldu.

Cafer de büyüyüp müslüman oluncaya ve kendi kendine idare ede­cek duruma gelinceye kadar amcası Abbas'ın yanında kaldı.

Cafer İbn Ebî Talib ve karısı Esma Bint Umeys daha yolun başın­da nur kafilesine katılmışlardı.

Rasûlüllah (s.a.v,} Daru'I-Erkam'a girmeden önce Hz. Ebu Bekr'in aracılığıyla müslüman olmuşlardı.

Haşim oğullarına mensup delikanlıyla genç karısı ilk müslüman-iarın karşılaştığı eza cefalarla karşılaşmışlar ve bunlara sabretmiş-lerdi. Çünkü onlar cennet yolunun dikenlerle döşeli ve sıkıntılarla çev­rili olduğunu biliyorlardı. Ancak onların ve kardeşlerinin canlarını sı­kan şey : Kureyş'in onlara İslâm'ın emirlerini yerine getirmeye mani olması, onları ibadet lezzetini tatmaktan mahrum etmesiydi. Kureyş her yerde onları gözetliyor, adeta onların nefeslerini sayıyordu.

Bunun üzerine Cafer İbn-İ Ebî Talib, karısı ve bir grup sahabeyle birlikte Habeşistan'a hicret etmek için Rasûlüilah'tan izin istedi. Üzün­tülü ve kederli bir halde Rasûlüîfah (s.a.v.) onlara izin verdi.

Bu temiz ve iyi kimselerin öz vatanlarından, çocukluklarının ve gençliklerinin geçtiği yerlerden hiçbir günâhları olmadığı sadece «Rabbimiz Allah'tır» demekten başka işledikleri hiçbir suçlan olmadığı halde ayrılmaya zorlanmaları Rasûlüllah'a (s.a.v.) zor geliyordu.

Fakat henüz o, Kureyş'in eziyetlerini önleyecek güç ve kuvvete sahip değildi.

İlk muhacir kafilesi Habeşistan'a gitti. Başlarında Cafer İbn-i Ebî Talib vardı. Onlar âdîl ve iyi bir kimse o!an Habeşistan Kralının hima­yesine girdiler.

Müslüman olduklarından beri ilk defa emniyette olmanın ve hu­zurlarını bozan birşey olmaksızın ibâdet etmenin zevkini tattılar.

Ancak Kureyş bu müslüman grubun Habeşistan'a göçünü, kralın himayesinde elde ettikleri din ve inanç emniyetlerini öğrenir öğren­mez birbirlerine onların öldürülmeleri ve büyük hapishaneye geri ge­tirilmeleri için emirler yağdırmaya başladılar.

Gözleriyle gören, kulaklarıyla işiten biri olarak bu hadiseyi an­latması için sözü Ummu Seleme'ye bırakalım

Ümmü Seleme anlatmaktadır :

«— Habeşistan'a vardığımız zaman orada çok hayırlı bir komşuya tesadüf etmiştik. Din işlerinde tam bir huzura kavuşmuştuk. Rabbimiz Allah'a ibadet ediyor. Eziyet görmüyorduk. Hoşumuza gitmeyecek bir söz de duymuyorduk. Kureyş bundan haberdar olunca toplanmış, güçlü iki adamını Necâşî'ye göndermeye karar vermiş. Bunlar Amr İbnu'I-As ile Abdullah İbn-i Ebî Rabiâ idi. Onlarla, Hicaz yöresinin hoşa giden şeylerinden Necâşî ve patriklere hediyeler gönderdiler. O ikisine şöyle tenbih ettiler : Bizim hakkımızda Habeşistan kralıyla konuşmadan ön­ce patriklerden herbirine hediye veriniz».

«Habeşistan'a gelince Necâşî'nin patrikleriyle görüştüler. Herbi­rine hediyesini verdiler. Hediye vermedikleri kimse kalmadı. Patrikle­re şöyle dediler :

«— Kralın topraklarına bizim bazı beyinsiz çocuklarımız yerleşti. Bunlar atalarının, dîninden döndüler. Onlar hakkında kralla konuştuğu­nuzda ona; bunların dinlerini sormadan bize teslim etmesini tavsiye ediniz. Çünkü kendi kavimleri onları daha iyi tanır ve inandıklarını daha iyi bilir». Patrikler :

— Tamam...» dediler.

Ümmü Seleme sözüne şunu ilâve eder :

«— O sırada Amr'la arkadaşı İçin, Necâşî'nin bizden birini çağınp onun konuşmasını dinlemesinden daha kötü birşey yoktu»,

«Daha sonra Necâşî'ye gidip ona hediyeler sundular. Necâşî he­diyeleri çok beğendi». Ona şunları söylediler :

«— Ey Kral! İçimizden birtakım kötü çocuklar senin memleketine sığınmıştır. Bunlar bizim de, sizin de tanımadığınız yeni bir din uy­durmuşlardır. Bunlar kendi milletlerinin dinini terkettikleri gibi, sizin dininize de girmemişlerdir. Bizi, bunların mensup oldukları milletin eş­raf* size gönderdiler. Bunlar sizin memeieketinize iltica eden adamla­rın babaları, amcaları ve kendi öz akrabalarıdır. Çünkü onlar, bunların ortaya çıkardıkları fitneyi daha iyi bilirler».

Necâşî patriklerine baktı ve patrikler :

«— Bunlar çok doğru söylediler ey kral Bunların milletleri, onları daha iyi tanır ve yaptıklarım daha iyi bilirler. Haklarında düşün­düklerini yerine getirebilmeleri için bunları elçilere teslim ediniz

Kral patriklerinin bu sözüne kızıp şöyle dedi :

«— Hayır, onları çağırıp kendileri hakkında söylenilen şeyleri sor­madıkça, onları hiçbir kimseye teslim etmem. Eğer onlar bu iki şah-sın söylediği gibilerse, onları bu iki şahsa teslim ederim. Eğer öyle değillerse, onları korur ve benim memleketimde kaldıkları müddetçe onlara iyilik ederim».

Bunun üzerine Necâşî, görüşmek için bizi çağırtmıştı. Ona gitme­den önce toplanıp şöyle konuştuk :

«— Şüphesiz kral dinimizi soracak. Biz, inandığımız dini açıklaya­lım. Bizim sözcümüz Cafer Ibn-i Ebî Talib olsun. Ondan başka hiç kim­se konuşmasın».

Necâşî'nin yanına gittik. Patriklerini de çağırtmıştı. Onlar kralın sağında ve solunda oturuyorlardı. Taylesanlarmı giymişler, başlıklarını takmışlar ve önlerine de kitaplarını yaymışlardı.

Kralın yanında Amr İbnu'I-As ve Abdullah İbn-I Ebî Rabîâ'yı da gördük.

Biz de oturuma katılınca Necâşî bize şöyle dedi :

«— Bu ortaya çıkardığınız yeni din nedir? Bu din yüzünden, mademki hemşehrilerinizden ayrıldınız niçin bizim dinimize girmedi­niz? Yahut başka milletlerden birinin dinine girmediniz?»

Cafer İbn Ebî Talib ona yaklaşıp şöyle cevap verdi :

«— Ey kral! Biz cahiliyet içinde yaşayan bir mîllettik. Putlara ta­par, ölüleri yerdik. Kötülüklerin hepsini yapar, akrabalardan ilgiyi ke­serdik. Komşuluğu kötü görür,,kuvvetli olanımız zayıfımızı ezerdi. İçi­mizden; soyunu, doğruluğunu, dürüstlüğünü, namusluluğunu tanıdığı­mız bir peygamber gönderilinceye kadar bu hal üzere kaldık. Bu Allah elçisi bizi Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız Allah'a ibadet etmeye, bizim ve babalarımızın taptığı taşlardan, putlardan vazgeçmeye davet etti. Bize sözün doğrusunu söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, akra­balara ilgi göstermeyi, güzel komşuluğu, haram şeylerden uzaklaşma­yı, kan dökmekten sakınmayı emretti. Bizi bütün kötülüklerden uzak­laştırdı. Yalan şahitliği menetti. Öksüzün malını yemeyi haram kıldı. Namuslu kadınlara iftira etmeyi kaldırdı. Bizim yalnız Allah'a ibadet etmemizi, ona ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, zekât vermemizi ve Ramazan'da oruç tutmamızı emretti...

Biz bu peygambere inandık, iman ettik. Onun gösterdiği yolda yü­rüdük. Peygamberin helâl tanıttığını helâl bildik. Haram olarak bildirdi­ğini de haram bildik.

Ey kral! Buna karşılık kavmimiz bize saldırdı. Bize her türlü İşken­ceyi uyguladı. Bizi dinîmizden çevirmek ve tekrar putlara taptırmak için çalıştı.

Onlar, bize kahredip zulmedince, bizi dayanılmaz hale düşürünce, bizimle dinimiz arasına girilince, biz yurdumuzu bıraktık, sizin diyarını­zı başka diyara tercih ettik. Senin komşun olmayı istedik ve senin memleketinde zulme uğramamayı ümit ettik».

Necâşî, Cafer İbn-i Ebî Talib'e dönüp :

Peygamberinizin aldığı vahiyden ezberinizde tuttuğunuz var mı?» dedi. Cafer :

— Evet, var», diye cevap verdi. Necâşî :

Öyleyse onu bana oku» dedi. Cafer şunu okudu :

«— Kâf-Ha-Yâ-Ayn-Sad. Bu, Rabbinin, rahmetini kulu Zekerîyya'ya anmasıdır. Hani bir zaman, Rabbine gizli bir seslenişle seslenmişti de. Ey Rabbîm! demişti, kemiklerim gerçekten iyice zayıfladı ve ba­sımdaki saçlas-ım da (akiaşıp alev alev tutuşurcasına) ağardı. Rabbim! Sana yalvarıp yakarmakta hiç de bedbaht olmadım». (Meryem sûresi, âyet : 1-4)

Necâşî bu âyetleri dinlerken ağladı. O kadarki sakalı gözyaşları ile ıslandı. Patrikleri de ağladılar. Onların da gözyaşları önlerindeki

sayfalara aktı...

Necâşî bize şöyle dedi :

«—Sizin peygamberinizle İsa'nın getirdiği aynı lâmbadan çıkıyor».

Amr'la arkadaşına dönüp şöyle dedi :

«— Kalkıp gidiniz. Ben bunları size, asla teslim etmem».

Biz Necâşî'nin yanından çıktığımızda Amr lbnu'I-As bizi tehdit ederek arkadaşına şöyle dedi :

«— Vallahi, yarın krala gelip, bunlara kin besleyeceği kötü bir hareketlerini söyleyeceğim. Onu, bunları kökünden kazımaya teşvik edeceğim.»

Abdullah İbn Ebî Rabîa ona :

«— Amr! Bunu yapma. Bunlar bize muhalefet etmişlerse de yine bizdendirler. Bizim öz akrabalarımızdır» dedi. Amr :

«—Sen bu işe karışma... Onların işlerini bitirecek şeyi mutlaka Necaşî'ye söyleyeceğim.

Ona şöyle diyeceğim : Bunlar Meryem oğlu İsa'nın kul olduğum iddia ediyorlar..»

Ertesi gün Amr, Necâşî'nin huzuruna girdi. Ona :

«-— Ey kral! Sana sığman ve senin himayendeki bu kimseler Mer­yem oğlu İsa hakkında büyük bir söz söylüyorlar. Onları çağır da İse hakkında ne dediklerini dinle» dedi.

Bunu öğrendiğimizde bizi, benzeriyle karşılaşmadığımız bir üzün­tü ve keder aldı. Aramızda, kral bize sorduğunda Meryem oğlu İsa hakkında ne diyeceğimizi konuştuk. Şöyle cevap verelim dedik :

Onun hakkında sadece Allah'ın dediğini söyleriz. O konuda Pey­gamberimizin getirdiğinden parmak başı kadar dışarı çıkmayız. Böy­lece olacak olan olur.

Yine Cafer İbn Ebî Talib'in sözcülüğümüzü yapmasını kararlaş­tırdık.

Necsşî bizi çağırttığında huzuruna girdik. Patrikleri de daha önce gördüğümüz gibi etrafında yer almışlardı. Amr İbnu'1-As ve arkadaşı da yanındaydı.

Necaşî şöyle sordu :

«— Siz Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz?"

Cafer İbn Ebî Taîib şöyle cevap verdi :

«— Biz onun hakkında ancak peygamberimizin getirdiğini söy­leriz».

Necaşî :

— Bu konuda o ne diyor?» dedi. Cafer şöyle cevap verdi ;

«— Onun Allah'ın kulu, peygamberi, ruhu, bakire ve namuslu Mer­yem'e ilka ettiği (attığı) keiimesi olduğunu söylüyor».

Necaşî, Cafer'in sözünü duyunca eliyle yere vurup :

«— Vallahi, Meryem oğlu İsa, peygamberinizin getirdiğinden bir kıl kadar farklı değildir...»

Necaşî'nin etrafındaki patrikler duyduklarından memnun olmadık­ları için homurdandılar. Necaşî :

«—Homurdansanız da...» deyip bize döndü ve :

«— Gidiniz, siz emniyettesiniz... Size söven ve saldırıda bulu­nan mutlaka cezalandırılacaktır. Bana, sizin birinize kötülük etmem için altından bir dağ verseler de kabul etmem...» dedi.

Daha sonra Amr'Ia arkadaşına dönerek şöyle dedi :

«— Bunların hediyelerini geri veriniz. Benim onlara İhtiyacım yok».

Amr'Ia arkadaşı yenik ve perişan bir halde yanından çıktılar. Biz de Necaşî'nin memleketinde huzur içinde yaşadık.

Cafer'le karısı on seneyi Necaşî'nin himayesinde emniyet ve hu­zur içinde geçirdiler.

Hicretin 7. senesinde diğer müslümanlarla birlikte Yesrib'e git­mek üzere Habeşistan'ı terkettiler. Oraya vardıklarında Rasûiüllah (s.a.v.) fethettiği Hayber'den yeni dönmüştü.

Rasûiüllah (s.a.v.) Cafer'le karşılaşmasına o kadar sevindi kile dedi :

«— Hangisine daha çok sevineceğimi bilmiyorum. Hayber'in fet­hine mi, Cafer'in gelişine mi?»

Umumiyetle müslümaiılann, özellikle fakirlerin Cafer'in gelişine sevinmesi, RasûEüHah'ın (s.a.v.) sevincinden daha az değildi. Çünkü Cafer zayıflara karşı aşın şefkatli ve iyilik sever idi. Hatta ona <= Yok­sulların Babası» lâkabı verilmişti.

Ebû Hureyre ondan şöyle bahseder :

«— Biz fakirlere karşı en hayır seven kimse Cafer İbn-i Ebî Talîb idi. Bizi alır evine götürür, ne varsa yedirirdi. Hatta yiyeceği tükendi­ği zaman, içinde hiçbir şey olmayan yağ tulumunu getirir, biz de onu koklar ve içine yapışıp kalanları yalardık».

Cafer İbn-i Ebî Talib Medine'de uzun süre kalmadı.

Hicretin 8 nci senesinin başlarında Rasûiüllah (s.a.v.), Kuzey Ara-bistanda'ki Bizanslılarla savaşmak için bir ordu hazırladı. Ordunun ba­şına Zeyd İbn-î Harîse'yi getirdi ve şöyle dedi :

«— Eğer Zeyd öldürülür veya yaralanırsa, Cafer İbn-i Ebî Talib komutayı alsın, şayet Cafer de öldürülür veya yaralanırsa bu defa komutayı Abdullah İbn-i Ravaha alsın. Abdullah İbn-i Ravaha da öldü­rülür veya yaralanırsa müslümanlar kendilerine birini komutan olarak seçsin».

Müslümanlar Mûte'ye varınca Müte, Ürdün'de bir köydür gör­düler ki Bizanslılar onlara karşı yüzbin kişi hazırlamışlar. Ayrıca onları Lahm Cüzam, Kuzaa ve başka Hıristiyan araplardan yüzbin kişi des­tekliyordu.

Müslüman ordusu ise üçbin kişiydi...

İki ordu karşılaşıp harp başlar başlamaz, Zeyd İbn-i Harise bir da­ha ayağa kalkmayacak şekilde yere yıkıldı.

Cafer Ibn-i Ebî Talib hemen doru renkli kısrağının sırtından yere atlayıp kendisinden sonra düşmanlar faydalanmasın diye kılıcıyla ayaklarını kesti. Sancağı alıp Bizans saflarına daldı. Bir taraftan da şu şiiri okuyordu

«Cennet ne güzeldir. Ona yaklaşmak hoş ve onun İçecekleri soğuktur.

Bizanslılara azâb yaklaşmıştır. Onlar kâfir ve soysuzdurlar. öyleyse karşılaştığım zaman onlarla dövüşmek bana şarttır».

Kılıcıyla düşman saflarında devamlı dolaşıp saldırılarda bulunu­yordu. Nihayet ona sağ elini koparan bir darbe isabet etti. Sancağı sol eliyle tuttu. Çok geçmedi, solunu da koparan başka bir darbe isa­bet etti. Sancağı göğsüyle ve pazılarıyla tuttu. Biraz sonra da bir üçün­cü darbe onu ikiye böldü. Sancağı ondan Abdullah İbn-i Ravaha aldı, arkadaşına kavuşuncaya kadar o da devamlı dövüştü.

Rasûlüllah'a üç komutanının yere yıkılışı ulaştı. Onlara çok üzül­dü. Amca oğlu Cafer İbn-i Ebî Taîib'İn evine gitti. Hanımı Esma'yı kocasını karşılamaya hazırlanırken buldu.

O, ekmek yapmış, çocukları yıkayıp koku sürmüş ve elbiselerini giydirmişti...

Esma şöyle anlatır :

«— Rasûlüilah (s.a.v.) bize geldiğinde, yüzünde bir üzüntü ifadesi gördüm. İçimden korkmaya başladım. Ancak istemediğim şeyi duya­rım korkusuyla, ona Cafer'i sormadım. Selâm verdi ve şöyle dedi :

s— Bana Cafer'in çocuklarını getir». Çocukları çağırdım. Ona doğru sevinerek ve şarkı söyleyerek koştular. Etrafında toplandılar, her biri onun kendisiyle ilgilenmesini istiyordu.

Rasûlüilah (s.a.v.) onlara eğilip koklamaya başladı. Gözlerinden de yaşlar akıyordu. Dedim ki :

«— Ya Rasûlallah! —Anam, babam sana feda olsun

— Niçin ağ­lıyorsun? Yoksa sana Cafer ve arkadaşlarıyla ilgili bir haber mi geldi?»

«—Evet... Bugün şehid oldular...»

Çocuklar annelerinin hıçkıra hsçkıra ağladığını duyunca, yüzlerin-deki gülümseme gitti ve sanki başlarına taş düşmüş gibi yerlerinde çakılıp kaldılar.

Rasûiüllah (s.a.v.) ise gözyaşlarının izlerini silerek ve şöyle diye­rek ayrıldı :

«— Allah'ım onun soyundan bir Cafer ver».

«— Allah'ım onun ailesinden bir Cafer ver». Daha sonra da şöyle buyurdu :

«— Cafer'i Cennet'te gördüm. Onun kana boyanmış kanatları var­dı»

 

www.camiye.com

  
1071 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın