• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • https://www.facebook.com/medyaparis
  • https://twitter.com/medyaparis
Ukbe îbn-i Amir 'ASHABIM GÖKTEKİ YILDIZLAR GİBİDİR,(H.Ş.) Her hafta bir sahabinin hayatını konu alıyoruz.

İşte Allah'ın Rasûlü, uzun bir hasret ve bekleyişten sonra Yesrib tepelerine ulaşıyor.

İşte bunlar temiz Medine halkı. Rahmet Peygamber'ini ve arka­daşı Sıddîk'ı karşılama sevinciyle Lâ ilahe illallah ve Allahu Ekber diyerek yollarda ve evlerin damlarında toplanıyorlar...

İşte bunlar da Medine'nin küçük kız çocukları. Ellerinde defler, gözlerinde özlem olduğu halde şu şarkıyı söyleyerek ve tekrar ederek yollara çıkıyorlar :

«Senîyyetu'i-Veda' dağından Bizim üzerimize ay doğdu. Davetçi bizi Allah'a davet etti de,

Bizim üzerimize şükür vacip oldu».

İşte Rasûlüllah'ın (s.a.v.) devesi, saflar arasında yavaş yavaş yü­rüyor, Onu, özlem duyan canlar ve kalbler çevreliyor. Onların etrafın­da  sevinç gözyaşları  ve gülümsemeleri  yayılıyor.

Ancak Ukbe Rasûlüllah'ın {s.a.v.) devesini görememiş ve onu di­ğerleriyle birlikte karşılama mutluluğuna erişememişti.

Çünkü o, uzun süre aç kalan ve ölmelerinden korktuğu, dünya­da tek sahip olduğu şey olan küçük sürüsünü otlatmak için çöllere çıkmıştı.

Medîne-i münevvere'yi kaplamış olan sevinç, çok geçmedi yakın ve uzak köylerine de yayıldı. Çöllerde insanlardan uzak, küçük sürü-süyie birlikteyken Ukbe'ye o sevinçli  haberin  müjdesi ulaşmıştı.

Rasûlüllah'la (s.a.v.} karşılaşma hikâyesini bize anlatması için sö­zü Ukbe'ye bırakalım.

Ukbe şöyle anlatır :

«— Otlatmakta olduğum küçük sürümün arasındayken Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye geldi, Onun geldiğini haber alınca hemen küçük sürümü bıraktım. Durup dinlenmeksizin ona gitmek için yol yürüdüm. Onunla karşılaştığımda :

«— Ben size bey'at edeceğim, ya Rasûlallah» dedim.

«— Sen kimsin?»

«— Ukbe îbn-i Amir el-Cuhenî'yim».

«— Sence hangisi daha iyi : Bedevî beyatı mi yoksa hicret bey'ati mı yapacaksın?»

«— Hicret bey'atı yapmak istiyorum».

Rasûlüllah'a (s.a.v.) muhacirler gibi bey'at edip yanında bir gece kaldım ve küçük sürümün yanına döndüm».

«Biz, oniki| ınüslüman arkadaş sürülerimizi otlatmak için Medi­ne'den  uzakta  kalıyorduk».

Aramızda şöyle konuştuk :

«— Bizde hiç iş yok, çünkü dinîmizi anlatması için ve kendisine vehyedileni dinietmesi için hiçbir gün Rasûiüllah'm (s.a.v.) yanına git­medik, Her birimiz Yesrîb'e gitsin ve giden, sürüsünü burada kalanla­ra bıraksın». Ben şöyle dedim

"«— Her gün bîriniz, Rasûlüllah'a (s.a.v.) gitsin. Gidecek olan sü­rüsünü bana bıraksın». Ben sürümü başkasına bırakmaktan çok kork­tuğum için böyle yapıyordum.

Her gün birisi Rasûlüllah'a (s.a.v.) gidiyordu. Otlatmam için surulerini  de bana bırakıyorlardı. Geldikleri zaman dinlediklerini ve öğrendiklerini ben onlardan alıyordum. Ancak çok geçmedi, kendime gel­dim ve şöyle dedim  :

«— Yazıklar olsun sana! Sen, semiz olmayan faydası da dokun­mayan koyunların yüzünden mi kendini Rasülüllah'la [s.a.v.) sohbetten ve aracısız yüz yüze ondan almaktan alıkoyuyorsun?»

Daha sonra  koyunlarımı  bırakıp  Mescid'de  Rasûlöllah'm (s.a.v.) yakınında ikâmet etmek için Medine'ye gittim".

Ukbe İbn Amir el-Cuhenî—bu kesin karan verdiğinde— on sene sonra sahabenin büyük alimlerinden, kurra üstadlarından, ünlü fetih komutanlarından ve İslâm'ın sayılı valilerinden birisi olacağı hiç hatı­rına gelmemişti. Koyunlarından ayrılıp Allah ve Rasûiü'ne giderken, dünyanın anası Şam'ı fetheden ordunun öncü kuvvetlerinden olacağını, Şam'ın Turna kapısı yanındaki güzel bahçeler arasında kendisinin bir evi olacağını hiç tahayyül etmemişti.

Dünyanın yeşil zümrüdü Mısır'ı fethedecek komutanlardan birisi ve orada vali olacağını, Mukattam dağının eteğinde kendisine bir ev yaptıracağını hiç tasavvur etmemişti. Bütün bunlar gaybın derinlikle­rindeki gizli şeylerdi. Bunları ancak Allah biliyordu.

Ukbe gölge gibi Rasûlüllah'a (s.a.v.) yapışmıştı. Yürüdüğü zaman katırının yularını tutar, nereye gitse önünde giderdi. Çoğunlukla Ra-sûlüilah (s.a.v,) onu terkisine alırdı. Hatta o, Rasûiüllah'm (s.a.v.) redîfi (terkisine binen) diye  isimlendirilmişti.

Çoğu defa da Rasûlüllah (s.a.v.) katırından indiğinde o biner, Pey­gamber de yürürdü.

Ukbe şöyle anlatır :

«— Bir defasında Medine koruluğunda Rasûiüllah'ın (s.a.v.) ka­tırının yularını tutuyordum. Bana şöyle dedi :

«— Ukbe, sen binmez misin?!»

«— Hayır» demeye niyet ettim. Fakat bunda Rasûlüllah'a (s.a.v.) hürmetsizlik olduğundan korkup :

«— Bineyim, ya Rasûlallah!» dedim. Rasûlüilah (s.a.v.) katırından indi, emrini yerine getirmek için ben bindim. Biraz sonra katırdan in­dim, Rasûlüllah (s.a.v.) bindi. Arkasından bana şöyle dedi :

«— Ukbe! Sana, şimdiye kadar benzeri görülmeyen iki sûreyi öğ­reteyim mi?»

«— Evet Rasûlüllah (s.a.v.)» dedim. Bana, Felâk ve Nas sûrelerini okudu. Namaz vakti girince, imam oldu ve o iki sûreyle namazı kıldı­rıp şöyle dedi :

«— Yatıp kalkarken bu sûreleri daima oku».

Ukbe ; «Hayatım boyunca bu iki sûreyi devamlı okudum» der.

Ukbe ilim ve cihâda çok önem vermiştir. Ruhuyla ve bedeniyle onlara yönelmiş, kendini tam manâsıyla onlara vermiştir.

İimi Rasûlüllah'ın (s.a.v.) bol ve tatlı kaynaklarından alıyordu. So­nunda; kurra, muhâddis, fakîh, feraiz alimi, edip ve şair oldu.

Kur'ân-ı Kerîm'i çok güzel okuyanlardandı. Gece olup ortalık sa-kinieşince Allah'ın Kitab'ını okurdu. Sahabe onun tane tane okuyu­şunu dinler, kalpleri huşu. duyar ve Allah korkusundan gözleri yaş­larla dolardı.

Bir gün Ömer İbnu'l-Hattab onu çağırıp şöyle dedi : «— Bana  biraz Kur'ân oku, Ukbe!»

— Hay, hay, Emîrulmü'minîn» dedi. Ona bir miktar Kur'ân oku­du, Hz. Ömer gözyaşlanndan sakalı ıslanincaya kadar ağladı.

Ukbe kendi elleriyle yazdığı bir Kur'ân bırakmıştı.

Bu Kur'ân yakın zamana kadar Mısır'da Ukbe İbn Amir Camii adıy­la bilinen camide kalmıştı. Bu Kur'ân'ın sonunda : «Bu Kur'ân-ı Ukbe İbn Amir el-Cuhenî yazmıştır» cümlesi yer alıyordu.

Ukbe'nin bu mushafı yeryüzündeki en eski mushaflardan birisiydi. Fakat kaybolan değerli kültür hazinelerimiz arasında o da kayıplara karışmıştır. Bunlardan haberimiz yok tabii.

Ukbe'nin yaptığı cihâdlara gelince; onun Rasûlüllah'la (s.a.v.) bir­likte Uhud'da ve ondan sonraki gazalarda bulunduğunu bilmemiz ye­terlidir. O, kahraman, yiğit ve cesur bir kimseydi. Şam'ın fethinde büyük kahramanlıklar göstermiş, bunun üzerine Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah mükâfat olarak onu Medine'deki Ömer İbnu'l-Hattab'a fetih ha­berini müjdelemeye göndermişti. Sekiz gün yani bir cumadan diğer cumaya kadar durup dinlenmeksizin yol yürümüş ve büyük fethi Ömer'ul-Faruk'a müjdelemişti.

Bundan başka o, Mısır'ı fetheden müslüman ordusunun komutan-larındandı. Bunun mükâfatı olarak da Emîrulmü'minin Muaviye İbn Ebî Sufyan onu üç yıl Mısır'da vali olarak görevlendirmişti. Hz. Muaviye onu Akdeniz'deki Rodos adasında savaşmaya göndermişti. Ukbe ci-hâd'a çok düşkündü. Hatta cihâdla ilgili hadîsleri ezberlemiş ve onları müslümanlara rivayet etmekle meşgul olurdu. Ok atmakta maharet ka­zanmaya çalışırdı. Hatta eğlenmek istediğinde ok atarak eğlenirdi.

Ukbe İbn Amir el-Cuhenî —Mısır'da ölüm yatağına düştüğünde— oğullarını toplayıp onlara şu tavsiyeleri yapmıştır :

«Yavrularım! Sizi üç şeyden sakındırırım. Bunları iyi belleyin :

1. Ancak sika (güvenilir) kimsenin Rasûlüllah'tan fs.a.v;) rivayet ettiği hadîsi kabul ediniz.

2. Aba giyseniz bile borç istemeyiniz,

3. Kalplerinizi Kur'ân'dan alıkoymaması   için şiir yazmayınız».

Onu vefat ettiğinde Mukattam dağının eteğine defnettiler. Mîra-sini araştırdılar, geriye 70 küsur yay bırakmıştı. Her yayın bir kuburu ve okları vardı. Bunların Allah yolunda kullanılmasın! tavsiye etmişti.

Allah; kurra, alim ve gazî Ukbe'nin yüzünü ak etsin. Ona en ha­yırlı mükâfatı versin».

 

.

www.camiye.com

  
853 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın