• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • https://www.facebook.com/medyaparis
  • https://twitter.com/medyaparis
'Okunası yazılar.' SİVİL DİN, SİVİL DİNDARLIK, SİVİL DİN ADAMI.

SİVİL DİN, SİVİL DİNDARLIK, SİVİL DİN ADAMI

''Arkamdan yürüme, sana liderlik yapmayabilirim. Önümde yürüme, seni takip etmeyebilirim. Yanımda yürü, arkadaşın olabilirim.''
Kızılderili Atasözü

    Bu yazımızda islam dininin sivil bir din olduğu üzerine konuşacağız. ‘’Civilisation’’ fransızca bir kelime ve türkçe karşılığı medeniyettir. Jeune Turc’s ler tarafından birçok kelime gibi bu kelime de Türkçe’ye asıl anlamıyla değil, mecazi anlamıyla çevrilmiştir. Yani bugün türkçede sivil kelimesi, askeri olmayan, hiyerarşik olmayan, militer olmayan anlamında kullanılmaktadır. Gerçi bu anlam da dolaylı olarak doğrudur ama direkt anlamı değil mecazi anlamıdır. İslam dini, işte bu ‘’Civilisation’’ kelimesinin hem asıl anlamıyala medeni bir dindir, hem de mecazi anlamıyla anti-militer bir dindir.

   Bu sivillikten ne kastettiğimizi netleştirmek için bazı temel unsurları ortaya koyalım:
Peygamber Efendimiz, kendine inanan mü’minlere, ‘’ashabım’’ der. Ashab sahabe kelimesinin çoğuludur, sahabe ise sohbetdaş, yani arkadaş anlamındadır. Yani peygamber Efendimiz kendine inanları arkadaşları olarak kabul eder, öyle lanse eder ve onlara ‘’ey ashabım’’ yani ‘’ey arkadaşlarım’’ diye hitab eder. (Halbuki biz bugün ‘’muhterem cemaat’’ gibi gayet soğuk, diplomatik ve kuru bir ifadeyle söze başlıyoruz. Kürsüden muhterem arkadaşlar gibi daha sıcak ve samimi bir ifade kullandığımız zaman yadırganıyoruz.) Peygamber Efendimiz, arkadaşlarının arasına girdiği zaman kendisine özel yer açtırmaz, boş bulduğu yere oturur. Herhamgi bir kisve, üniforma, statü kullanmaz. ‘’Ben de sizin gibi bir insanım’’ buyurur. Bilmediği bir konuda bilmiyorum demekten çekinmez. Hatta ‘’siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz’’ buyurmuşlardır. ‘’Size fetva verenler fetva verdiğinde kalbine danış, son hükmü kendin ver’’ buyurarak, inananlara sorumluluk yükleyerek şahsiyet sahibi olmalarını arzu eder. Kendisine, Allah tarafından giydirilen Nübüvvet Hırkasını, Peygamberlik Statüsünü insanların gözüne sokmaz. Karşısında heyecanlanan bir kadın için, ‘’korkma, sakin ol, ben de senin gibi kuru et yiyen bir kadının oğluyum’’ der.

    Hz. Ebu Bekir (ra) ‘’müminlerin halifesi’’ ünvanını kabul etmemiş ve kullanmamıştır. Zira iman eden her mü’min, Allah’ın emirlerine uygun yaşadığı sürece, Allah adına hareket ediyor demektir ve bu yönüyle her mümin yeryüzünde halifedir. Hz. Ebu bekir ‘’müminlerin emiri’’ sıfatını kullanmıştır.
    Hz. Ömer (ra) beş kişilik bir senato kurar ve bu senatonun kararları dışında bireysel içtihatla hiçbir icraat yapmaz. Kendisini ziyarete gelen Bizans elçisi Hz. Ömer’in kıyafetini görünce, müslümanların devlet başkanı olduğuna inanamaz. Kendisi hutbe okurken halkın bazı tepkilerine maruz kalır ve bunları olgunlukla göğüsler.
    Hz. Osman (ra) zaten halimliği ile meşhur olmuş bir insandır. Hilafeti zamanında o kadar sivildir ki, adeta hiç ortada yoktur, icraatların çoğunu kendi adına akrabaları yapmıştır.
Hz. Ali (ra) ise kendisine olağanüstü güçler atfeden insanları cezalandırmış, ‘’sende Allah’ı görüyorum’’ diyen sapkınları idam ettirmiştir.
    İmam-ı Azam Ebu Hanife, ‘’benim herhangi bir içtihadımın gerekçesini ve maslahatını anlamıyorsanız, o kararıma uymanız caiz değildir’’ demiştir. O bir mezhep kurmak için yola çıkmamıştır. Her müslümanın yapması gerekeni yapmış, gününün şartlarında temel kaynaklardan hüküm çıkarmış, daha sonra takipçileri onu mezhep imamı ilan etmişitir. Taleberinden İmam Muhammed ve İmam Yusuf’un, İmam Azam hilafına kararları vardır. Ve o bundan gocunmaz. Mezhep imamlarının bazıları birbirine hem hoca, hem talebe olmuşlardır.
Arzettiğimiz bu örnekler, İslam dininin sivil olduğunun, ruhbanlığın olmadığının, hiyerarşik ve militer bir yapısının bulunmadığının göstergeleridir. Bu örneklerdeki insanlar, Peygamber Efendimizin arkadaşlarım dediği sahabesi ve ondan sonraki tabiin ve bir sonraki tebe-i tabiin olmak üzere İslamiyetin ilk üç neslidir. Bu ilk üç neslin yaşadığı dönemde, İslam dini dünyanın ulaşabildiği en uç noktalarına ulaşmıştır. Endonezyadan Çine, Avrupaya, Kuzey Afrikaya, Orta Asyaya bu ilk üç nesil İslamiyeti götürmüşlerdir. Bunu yapanların kisvesi, statüsü, üniforması yoktur. Bunlar sivil müslümanlardır.

    Şimdi, daha sonra ne olmuş ve nasıl olmuş, ona bakalım:
Hulefa-i Raşidin’den sonra siyaset alanı Saltanata dönüştü. Saltanatın gelmesiyle, İslam’dan önceki Feodal yapı yerel alanlarada tekrar hortladı. Siyaset alanındaki profesyonelleşmeler bağlamında, askeriye, yargı, ilmiye gibi sınıflar oluştu. İlmiye sınıfı diğer sınıflar gibi, genel fodaliteden etkilendi. İlmiyede tekelleşme ve ilmin belli zümrelerin elinde toplanması, marjinal fikri ve siyasi akımları doğurdu. İlmiye sınıfını diğer sınıflardan ayıran, üniformal, belli kıyafet türleri ortaya çıktı. İlmiye bir kisve ve statüye büründü. Bu durum ilim adamları ile toplum arasında sosyal farklar ortaya çıkradığı gibi mahiyet farkını doğurdu. Halkla ilmiye sınıfı arasında böylece setler çekilmiş oldu. Halk ilim adamlarını, fazla abartır oldu. Halk cahillleşti. Hoca kavramı toplumda ayrı bir yere oturtuldu. Dinin orjinalinde olmayan bir ruhbanlık, adeta fiilen uygulanmaya başladı. Hocanın takındığı bu kisve ve statü, halkla doğal, insani iletişimin sağlanmasını engelledi.
     İslam dünyasının geri kalmasının sebebi islam değildir. İslam dünyasının geri kalmasının sebebi, insanların din adamlarına öykünmesidir, din adamlarına insanüstü insanmış muamelesi yapmasıdır. Günümüzde ilahiyat Profesörleri aşırı mütevazidir, zira sivildirler. Bu onların ciddi bir ilme sahip olduklarının da göstergesidir. Ancak bu akademisyenlerin malumatının halka yansımaması büyük bir kayıptır. Buna karşılık formasyonu olmayan , kisve ve ünvan kullanan sahte din adamlarının aşırı derecede taraftar bulması ve itibar görmesi, İslam toplumlarının en büyük çıkmazlarından biridir.
    Ama günümüz birey dünyasında, müslüman şahsiyeti oluşturmada hem hocalara hem halka sorumluluklar düşüyor. Halk cevabı evet veya hayır olan basit, statik soruların ötesine geçmeli. Sadece dimlememeli, konuşmalı ve anlamalı. Halk sorgulamadan hocanın dediğini alıp kullanma kolaylığına kaçmaktadır. Bu basittir ve işine gelmektedir. Halbuki , duyduğunu sorgulayan, akılla ölçen, bilimle kıyaslayan, evrenle test eden, vicdanla süzen bir dimağ oluşmalı. Hocanın dediği, evrende, müsbet bilimde, akılda, vicdanda nereye tekabül ediyor? Sorgulanmalıdır. Hoca ezberlenmemeli, hoca dinlemli ve ondan öğrenmelidir. Ezber unutulur. Öğrenme kalıcıdır. Avrupa’da Türkler’in kollektif iş yapamamasının sebeblerinden biri de budur. Halk lider istiyor. Kendine güveni yok. Kendine güven kazandıracak, şahsiyet kazandıracak hocanın da kıymetini bilmiyor. Bu tür monarşik, hiyerarşik, militer, feodal, anti-sivil din anlayışı, hocayı hoca olmaktan çıkardığı gibi, halkı da kötürüm bırakmıştır. Hoca sadiste, cemaat de fetişiste dönüşmüştir. Eli kırbaçlı, kürsüleri yumruklayan, bağırıp çağıran, burnundan soluyan, gözleri ateş fışkırtan bir hoca modeli doğmuş, bu tip hocalar hala talep görüyor. Bunun dışında makul konuşmalar yapan, ilmi konuşan, topluma şahsiyet kazandırmaya, toplumun seviyesini yukarı çekmeye çalışan, balık vermeyip balık tutmayı öğretmeyi amaçlayan hocalar maalesef hala kabul görmüyor. Sivil davranan, kisve ve statü kullanmayan, halka inen hocalar derin hoca olmamış oluyor. İllaki hokus-pokus isteniyor. Birey çağı olan Avrupa’da, şahsiyet ve kimlik sahibi bir müslüman kitle oluşturmak zorundayız. Hocadan beslenen değil, hocayla konuşan, hocayı anlayan bir toplum var etmek zorundayız. İşi sivilliğe taşımak ve aslına rucu ettirmek zorundayız.
    Çok soyut gibi oldu. Bazı örnekler vererek somutlaştırmaya çalışayım: Fransa’ya ilk geldiğimizde, genç bir arkadaş bir soru sordu. Beklediği cevap evet veya hayır. Öyle cevap vermek tarzım değil. Anlasın istiyorum, niçin hayır. Anlaması için uzun izahlar yapmam lazım. Dedi ki, ‘’hoca uzatma, ya hayır de ya evet’’. Ama güzelim, anlamadan ezberlersen, unutursun, gerekçesini bilmen lazım. O zahmete katlanılmak istenmiyor ve sorumluluk hocanın olsun isteniyor.
     Geçen bir video gördüm facebookta. Bir şeyh ve müridi yanyayna ayakta duruyor. Onlarca insan sırayla ellerini öpüyor. Şeyhin yaynındaki müridin yüzüne baktım. Yemyeşil sırıtıyor. ‘’Ulan ne idik ne olduk’’ dercesine. Cehalet, basiret sahipleri için yüzlerinde tecessüm etmiş, okunuyor. İslamın orjinal ruhu için, bu insanlar karikatürdür, el öpenler trajedidir. Peygamber Efendimizi böyle bir sahnede göremezsiniz.

     Bizim Madame bir mevlid programına gitti. Başka bir hizmet gurubundan bir hocaanım da gelmiş. Dediki Arif hoca, ‘’kadının nereye oturtacaklarını bilemediler’’. Dominant tavırlar, sen yat, sen kalk, şunu getir bunu götür. Bu tiplemenin erkek versiyonunu da çok görüyoruz piyasada. Kendisine yer açılan, kendinden önce namı gelen hocalar... tepeden bakan, üst perdeden konuşan, emr-i vakiler yapan... Biz boş bulduğumuz yere otururuz. Peygamber Efendimizin sünneti odur zira.

    Halkta böyle hoca beklentisi olduğu için, bu beklentiye cevap verebilme adına, bu piyasa şartlarına kendini kaptıran, öyle davranılması istendiği için, öyle davranmaya başlayıp, bunu alışkanlık haline getiren, genç ve formasyon sahibi arkadaşlarımız da oluyor ki, gaza gelip, tongaya düştüklerinin farkına varamıyorlar, ve maalesef o değerli formasyon çöpe gidiyor. İşin acı tarafı budur. Nesin sen, o ünvan olmadan. O kisve, o statü olmadan neyiz biz? Niçin asıl halimizle insanlarla doğal ve insani iletişim kurmayı ve halka da böyle de bir model olduğunu hissettirmiyoruz? Kürsünün şehveti, mikrofonun cazibesi, yönetme hissinin gizli tatmini değil mi bunlar?

   Bir efsane hoca demiş ki, ‘’falanca grubla hacca gidersen haccın kabul olmaz. Bizim şirketle gitmen lazım’’. Adam falanca grubla hacca gitti, hala haccım kabul değil diye şüphe içinde. Sen bu adama iman ve islam mı öğrettin, imanını mı çaldın? Bu adamın aklını ne yaptın? Bak şimdi hiçbirşey anlamıyor. Kafa gitmiş, çark boşa dönüyor. Bu adamı bu hale getiren adam din adamı olabilir mi?
    Birliğe çağıran, birleştiren, kardeşleştiren hoca sevilmiyor. Düşmanlık cahil adama haz verir. Düşmanlık üreten, mezhepleri ayrıştıran, mezhep içinde grubları ayrıştıran, bir grubu hakk din, diğerlerini aşağılayan söylem taraftar buluyor.
    Geçenlerde facebookta bir video paylaştım. Bu videoyu üç yıl önce keşfettim ki, son yüzyılın müzik tarihinde en büyük fenomenlerden biridir. Lara Fabian’ın Je t’aime diye bir şarkısı var. Orjinal klip değil de, bir konser performansı versiyonu. L. Fabian sahneye çıkıyor, tam şarkıya girecek, dinleyiciler ondan önce şarkıya başlıyorlar. Koro halinde şarkı söylüyorlar ki, şarkıcıya iş kalmıyor. O da bu jest karşısında hıçkırıklarla ağlıyor. Her dinlediğimde ben de ağlarım. Heyhat ki, Lara Fabian başka şeye ağlar, ben başka şeye. Meslektaşlarımız bu videoya yorum yazsın dedim, kimdseden ses çıkmadı, ben de hiç şaşırmadım. Benim böyle cemaatim olsun, ben de diyeceğim, Je t’aime.

    Bu tarz dindarlık modeli, bu tarz hoca cemaat ilişkisi devam ettiği sürece islam toplumu şahsiyetli bireyler çıkaramaz. Sorun karşılıklıdır. Her iki tarafın sorumluluğu ve yapması gerekenler vardır. Bu tarz bir din anlayışı ve dindarlık modeli, bu tarz hoca cemaat ilişkisi, son iki asırda, modernizme entegre olmuş, batıyla aydınlanmış insanların dinden uzak kalmasını sonuç vermiştir. Aynı zamanda bu durum, İslamiyetin batıya sirayet etmesini de engellemektedir. Böyle devam ettiği sürece, ‘’Avrupa’da islam’’dan söz edilebilir ama, ‘’Avrupa İslamı’’ndan yani ‘’Euro İslam’’dan söz edilemez. Ne alaka Euro İslam? Bir sonraki yazıda inşallah.
Yazının başındaki kızılderili atasözüne bir daha bakmanızı istirham edeceğim.

 

 

Arif KARABACAK

 

  
1649 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın